“Herkesin başına her şey aynı şekilde geliyor. İyiyle kötünün, cömertle cömert olmayanın başına gelen şey aynı. İyi adam nasılsa, suç işleyen de öyle. Yemin edenle yeminden korkan aynı birbiri gibi. Hayatta her şeyde bela şu ki, herkesin başına gelen şey aynı. Hem de insanoğlunun yüreği kötülükle dolu ve ömürleri devamınca yüreklerinde delilik var ve sonra ölülere katılıyorlar. Çünkü, bütün yaşayanlarla beraber olan için ümit var. Çünkü sağ köpek, ölü aslandan iyi. Çünkü yaşayanlar biliyorlar ki, ölecekler fakat ölüler bir şey bilmez ve artık onlar için bir ödül yok; çünkü onların anılması unutulmuş.”
Bu satırlar, Jack London’un “Deniz Kurdu” eserinde yer alıp Reha Erdem’in yönettiği “Kosmos” filminin de en çarpıcı repliğinden biridir.
Karlı bir havada, nereden geldiği belli olmayan, bir şeylerden kaçar gibi, kasvetli, gri bir şehre sığınan Battal söyler bu sözleri…Hastalara şifa oluşu, ölüyü diriltişi, herkesten farklı davranışı ve sözleriyle, zamanın belirsizliği içinde ‘ermiş’ ve ‘deli’ arasında kalan bir insandır.
VE O GRİ ŞEHİR…
Yalnızlıklar, çaresizlikler, hastalıklar, savaş, yoksulluk ve cehalet kıyısında; neyin ne olduğunun bile farkına varmadan, sorgulamanın manasına hiç yaklaşamamış, sihirli bir el beklercesine, gece ve gündüzü kovalayan bir şehrin onca insanı; kaderine mi terk edilmiş yoksa layık olduğu hayatı mı yaşıyor? Olumsuzun içine düştüğümüz zaman, kendimiz dışındaki birilerinden – en doğal hak gibi görüp – medet ummaz mıyız? Beklentiler içinde yaşamın akışında giderken, biz, kendi yaşamımızın neresindeyiz, neler yapmışız? İnsan oluşumuza ne anlamlar eklemişiz? Hayvanlar gibi, biz de, doğanın parçası değil miyiz? Yerken, içerken, bedeni ve ruhu doyururken; kendimiz için mi, yoksa toplumun değerini sarsmamak için mi anlamlar arıyoruz; üstelik çoğu zaman istemeye istemeye, düğümlerin içinde!..
En öfkeli olduğumuz anlarda kendimizi dizginlemeyi kim öğretti? Oysa, içten içe akıtmak isteriz içimizde biriken her neyse. Sevmediğimiz halde, seviyormuş gibi yapıp tebessümle karşıladığımız olaylar, insanlar, biz istemezsek nasıl olur da hayatımızdalar? En sevdiklerimizden an gelip uzaklaşmak istediğimizde, bunun acımasızlık olduğunu kimlerden öğrendik? Merhameti, öfkesi, hırsı, aşkı, bedeni, ruhu, sevgisi, sevgisizliği bir bütünken, tek kılıfın içine sokmaya çalışıp hayatın içine atan kim? Faklılıklarımızın olduğunu düşünsek de, ezelden beri aynıyız! Aynı acılar, aynı tatlar, aynı savaşlar, aynı varlık, aynı yokluk çemberinin içinde dönüp duran bir yaşam; şehirlerin, duvarları değiştiği. Bu kadar duvarın içinde, yalandan bir dünya kurmuşuz gibi, kendimizden kaçmayı yeğleyip, bir tuğla da biz koyarak sıkı sıkı sarılmışız duvarlarımıza. Şimdi desem; ‘ olmaz böyle!’ Kendimin de ördüğü bu kalın duvarlara bir balyoz indirsem; deli mi olurum, kötü mü, düzeni bozan mı? Arkamdan balyozunu kapıp gelen olamaz mı? Bahşedilen bu hayat benim mi gerçekten? Zaman, kimseye aldırmadan geçiyor, ben içinden geçiyorum. “YETTİ!” diyen iç seslerin dışavurumundan korkarak… Kim öğretti bana bu korkuyu? Ben sonsuzluk içinde, sonsuza kavuşacakken; dünün, bugünün, yarının aynı olacağını biliyorken…Ortadaki soruları cevabı var mı? Bazı soruların cevabı içindedir, derler. Ben de biliyorum; hepimizin başına gelen aynı ve kaçıyorum, kaçıyoruz sonsuzluktan…
Film ve kitap tavsiyesi yerini aldı. Bu haftaki şarkımız, Ömer Hayyam’ı da yad ederek, Mehmeh Güreli’den “Kimse Bilmez” olsun.